CODERDOJO İSTANBUL

İrlanda’da başladı, tüm Dünya’ya yayıldı. Programlama kulüplerini destekleyen CoderDojo Vakfı, 600’dan fazla Dojo’ya öncü oldu. Bu sayede 7-17 yaş arası çocuklar bilgisayar/programlama ve teknoloji kültürü etrafında buluşup birlikte üretmeye başladı.

CoderDojo, global bir hareket olarak İrlanda’da başladı. Gençler arasında bir araya gelip programlama / teknoloji / bilgisayar kültürü üzerinden bir sosyalleşme platformu olarak ortaya çıktı. CoderDojo Vakfı’nın etrafındaki çeşitli programlama kulüplerini desteklemesi ile hareket büyüdü. Şu anda 60’dan fazla ülkede Dojo’lar çocuklarla buluşup teknoloji ve programlama kültürünü paylaşıyor.

Türkiye’de bu hareketi başlatan ve yaygınlaştıran Neşen Yücel, CoderDojo’nun yerel kültürle uyumu üzerine 3 senedir aktif olarak çalışıyor. Hatta programlamanın okul müfredatlarına girmesi, CoderDojo Türkiye gibi yapıların hızlı etkisini de gösteriyor.

CoderDojo tamamen gönüllü bir oluşum. İhtiyacınız olan tek şey, bilginizi etrafınızdaki yeni nesille paylaşabileceğiniz bir alan oluşturmak. Bu çalıştığınız ofis de olabilir, atölyeniz de ya da mahallenizdeki bir sosyal kurum da. Bilgisayar kültürüne hakim bir kaç genç mentorla birlikte, (ki bunlara Dojo diyorlar) çocuklara ayırdığınız haftalık serüveninizde birlikte öğrenmeyi öğrendiğiniz bir yer. Mentorluk, eğitimcilikten bir nebze farklı işliyor. Dolayısıyla bir CoderDojo buluşması, çocukların istekleri doğrultusunda gelişiyor. Bir hafta 3B yazıcı kullanmak isteyebilirler, ertesi buluşmada yeni hayallerini düşünüp yeni talepler geliştirebilirler. Genellikle 7-17 yaş arasındaki bir etkileşimden beslenmesi de, aslında nesiller arası bir sosyal paylaşım alanı olarak da varolmasını sağlıyor. Mahallenizdeki havalı bilgisayarcı abilerle birlikte takılmak, üretmek ve öğrenmek gibi de görebiliriz. Dolayısıyla katı öğrenme pratiklerinden ve eğitimci zihniyetinden oldukça uzak; daha çok birlikte öğrenmeye yönelendiren bir yapısı var.

Bakın Dojo’lar yeni eğitim biçimlerini nasıl yorumluyor:

CoderDojo hareketi hakkında ne düşünüyorsun? Dünya çapında yayılan bu hareketin hangi yönden sosyal faydaları oluyor?

Alper: CoderDojo, mevcut eğitim sistemine olan bağımlılığı azaltıyor. Örneğin eğitim sisteminin içinde cocuklara bilgisayar bilimleri eğitimi entegre edebilmek için, önce eğitmenleri yetiştirme sürecini beklemeniz gerekiyor. CoderDojo gibi yapılar bu zorunluluğu ortadan kaldırıp, bu ve benzeri alanlarda çalışan insanların da eğitim konusuna girmelerini sağlıyor. Böylece çocuklar alışkın olmadıkları bir sistemde yeni şeyler öğrenirken, alandaki profesyoneller de mentorluk yaparak eğitmenliğe adım atıyorlar. Bu durumun zincirleme halde büyümesi de cabası. CoderDojo yapamaya başladığımızdan beri konuştuğum veya mentorluk yapan birçok kişi şu anda ya mekanlarında benzeri projeleri başlatmış durumdalar ya da bir CoderDojo’da mentorluk yapıyorlar.

Orhan: CoderDojo son derece faydalı bir hareket, fakat vizyonu sadece “kod öğretmek” olduğunda kısıtlı kalıyor. Asıl vuruculuğu, bu kadar çocuğu okul dışında ve zorunlu olmadan bir araya getirip kendi kendilerine öğrenmeyi öğretmek. Aralarındaki ilişkileri ve iletişimleri okul sınıfı dışında bir ortamda geliştirmelerini sağlamak. Okul dışında öğrenilebileceği düşünülmemiş konuların – insan hevesli olduğu sürece- okul dışında da öğrenilebildiğini göstermek.

Sizce bu global hareket Türkiye’ye yeterince uyarlanabiliyor mu? Nerelerde sıkıntı yaşanıyor, nasıl geliştirilebilir ya da lokalize edilmeli?

Alper: İstanbul özelinde mekan anlamında uygunlandığını söyleyebilirim. CoderDojo yapan birçok mekan mevcut. Fakat gözlemleyebildiğim kadarıyla bu mekanlarda hala mentor eksikliği var. Üniversitelerin mevcut bölümlerini ve kişisel çevremizi daha etkin bir şekilde içeriye çekmemiz gerekiyor. CoderDojo dağıtık bir yapı olduğundan, her Dojo kendi sorun ve gereksinimlerine ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden her Dojo, mentorlarına ve mekana gore lokalize oluyor. ‘Dijital okur-yazarlık’ konusunu elimizden geldiğince tabana yaymamız gerekiyor.

Orhan: Dünya çapındaki Dojo’lar hakkında ilk elden deneyimim yok, o yüzden karşılaştırma yapamayacağım. Fakat Türkiye’de ileri gitme açısından; bence ilk sırada yaygınlaşması gereken bilgi, Dojo kurmak zor değil. CoderDojo’nun kişileri veya kurumları engelleyen bir bürokrasisi yok, ki olsa bile insanlar CoderDojo’ya bağlı kalmak zorunda değiller. Burada çok güzel ve uygulamaya koyması nispeten kolay olan bir fikir var. İnsanlar denemeliler. “CoderDojo açtık, kimse gelmedi, komşunun iki çocuğuyla atölye yapıyoruz” demekten korkmamalılar. Bu bir başarısızlık değil, müthiş bir fayda.

Kendi deneyimlerinizden biraz bahseder misiniz? Nasıl çocuklar geldi, kimler neler yaptı, en enteresan deneyimleriniz neler oldu?

Alper: Mekanda çocukları olabildiğince sınırlamadan, kendi kafalarına göre takılabildikleri bir ortam yaratmaya çalışıyoruz. Şu ana kadar tek kuralımız çocukların makinelerin olduğu alanlara girmemeleri oldu mesela. Bunun dışında, o haftaya gore regülasyonlar uygulayabiliyoruz. Normalde belirli bir müfredatımız olmamasına rağmen, Dojo öncesi mentorlar arasında geçen bir konuşmayla o hafta ses işleme üzerine çalışabiliyoruz. İlk Dojo döneminde katılımcı çocuklar zorlayıcı ve güzel problemlerle geliyordu. Kişisel olarak o ekibin üretim ve öğrenim süreçlerinden daha çok keyif aldığımı söyleyebilirim. Şu ana kadar duyduğum en şaşırtıcı şey; Bager’in bir video göstermek istediğinde çocuklardan birinin “Abi youtube’a yükle, ben buradan izlerim” demesiydi, çünkü aralarındaki mesafe 5 metreydi.

Orhan: Dojo’muzu ziyaret eden bir sürü okul öğretmeni veya öğretmenlik öğrencisi oldu. Hemen hepsinden muhabbet arasında şu hikayeyi duydum: “Geçen bir öğrencim bir soru sordu, eyvah! Cevabı bilmiyorum! Allah’tan X oldu da geçiştirdim, kurtardım.” Eğitmenlerin bir şeyi bilmediklerini söylemekte zorlanmaları bana çok ilginç geliyor. Zaten kimi insanların kimi şeyleri bilmedikleri varsayımına dayanmıyor mu eğitim?

Mentorluk iletişimini nasıl buluyorsunuz? Sizce de eğitim sistemi bu yönde değişmeli mi?

Alper: Mentorluk sisteminin klasik sistemden en büyük farkı, ilişki başlarken aradaki hiyerarşik düzeni kurmamış olmanız. Eğitim sistemindeki alışkanlıklardan sıyrılarak, iletişimi daha kuvvetli bir yöne doğru itiyor. Bu iletişim yöntemi giderek katılımcıyla mentor arasında zorunluluktan değil, gereksinimden doğan bilgi alışverişini de güçlendiriyor. Benim açımdan bir mentorun bir öğretmenden ayrıldığı nokta öğretme zorunluluğundan öte katılımcıların sorularını cevaplama tarafı oluyor.

Orhan: Bizim usta-çırak olarak bildiğimiz ilişkiye çok yakın. Çocuk başına düşen ilgi arttığı için soru cevaplamak, sorun çözmek daha kolay. Dersler yerlerini birebir anlatımlara, ödevler ise projelere bırakıyor. Bilginin sığ olarak genişlemesindense derinleşmesi söz konusu. Bu yüzden, iki tür eğitime de ihtiyaç var. İnsanlar ilgilendikleri konularda derin, ilgilenmediklerinde ise sığ eğitim almalılar.
Örgün eğitim sisteminin buna değişmesinden ziyade, bunu da içermesi lazım. Fakat burada bir insan kaynağı problemi var. CoderDojo gibi hareketlerin kapatmayı hedefledikleri açık da bu zaten.

Maker Hareketi ve CoderDojo arasındaki ilişkiden biraz bahsedebilir misiniz?

Alper: CoderDojo ve mentorluk yapma durumu, maker hareketi ve son 20 yılda gelen dijital dönüşümün bir sonucu bana kalırsa. DIY akımının getirdiği kendi başına öğrenme motivasyonu, çocuklara yönelik platformların oluşması ve bu platformların kullanma ve öğrenme süreçlerinin kolaylasması, eğitim konusunda yaşın giderek küçülmesini sağlıyor.

Orhan: Bizim Dojo (İskele47) için, son derece içiçeler. Aslında CoderDojo adı aldında maker Dojo’su yapıyoruz. Bilhassa ortamın getirdiği bir yönlendiricilik var. Atölyede Dojo’nun da yapıldığı üst katın çoğunluğu maker projeleri için tasarlanmış veya “evrilmiş” demek daha doğru bu durumda. Etrafta bir sürü rastgele “oyuncak”, tasarımla ürünleşme arasındaki skalada muhtelif yerlerde duran işler var. Bir çoğu çocuklarda ve yetişkinlerde! merak uyandırıyor. Biz işleri anlatırken, karşı taraf hangi kısımlarıyla ne kadar ilgilendiğini veya ilgilenmediğini çıkartıyor. Çoğu zaman “o zaman hadi, senle ben de bir X yapalım!” cümlesi sarf ediliyor. Hala çocuklarla beraber yetişkinlerden de bahsediyorum. Bu heves harekete dönüşmese bile, heves olarak tanımlanmış oluyor. Kişinin kafasında “demek ki ben X’le ilgileniyorum” düşüncesi oluşuyor.

Çocuklar en çok hangi üretim araçlarından hoşlanıyor? Bilgisayar, elektronik, analog.. vs?

Alper: Dijital ve fiziksel bir arada diyebilirim. Scratch veya farklı bir platformdan üretim süreci de, üretilenlerin bir kart ve sensor aracılığıyla fiziksel dünyaya bağlanması durumu da sihirli geliyor

Orhan: Çocuktan çocuğa değişiyor, ki olması gereken de bu. Kimisi bilgisayar başında olduğu sürece rahat, kimisi yine bilgisayarda ama daha belirli şeylere ilgi duyuyor. Kimisi elleriyle dokunamadığı şeyle ilgilenmiyor. Küçük yaşlarda kablolu elektronikle ilgilenen pek yok, mıknatıslı hazır kitler tercih ediliyor. (Makey, littleBits) Fakat çocuklar okul çağında oldukları için ortak dersler verebiliyoruz, Scratch gibi. Sonra oradan ilgi alanlarına dağılıyorlar; kimisi eliyle yaptığı bir heykele, kimisi Minecraft’a bağlıyor Scratch projesini.

Yeni neslin dijital araçlarla (bilgisayar, telefon, elektronik vs.) ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Çabuk kavrıyorlar mı? İnternetle kurdukları ilişkide ‘yeni’ diye tanımlayabileceğiniz yerler var mı?

Alper: Çocukların kurdukları ilişki çok kuvvetli. Bu durum cihazı ve olayı anlama konularında fayda sağlasa da, cihaz bağımlılığını da beraberinde getiriyor. Hep tablet kullanan bir çocuk diz üstü bilgisayarında ekranın dokunmatik olduğunu düşünebiliyor. Öte yandan uzun sure bilgisayar başında kalan çocukların ailelerinde de bir endişe oluşabiliyor. Yeni dediğimiz kavram klasik anlamda duruş sergileyen bireylere yeni geliyor. Sokak yerine bilgisayarda vakit geçiren çocuğun sosyallik anlayışının farklı bir şekilde gelişmesi gibi. Bilgisayar başında ne yaptığınızdan öte, o vakti ne kadar efektif geçirdiğiniziz önemi ortaya çıkıyor.

Orhan: “Yeni nesil” oldukları için bir sürü varsayımdan uzaklar. Yetişkinlerin çoğunun kendi önlerini kapatmak için söylediği “ay ben beceremem öyle şeyleri” gibi bir lafları yok. Ne tür şeyleri sevip sevmediklerini bilmedikleri için, tercihleri yok veya spontane. Örgün eğitim sisteminin zorladığı ödev veya çalışmalar dışında boş vakitleri var. Bütün bunlar birleştiğinde inanılmaz bir keşif gücü ortaya çıkıyor. Ne zaman, nereye, /nereden/ varacakları hiç belli olmuyor. İzlemesi çok zevkli.